<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d20105500\x26blogName\x3dFilosofya+Mabedi---%3E%22OkuYorum-Yaz%C4%B1Yorum%22\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://memedini.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttps://memedini.blogspot.com/\x26vt\x3d206503056207782098', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe", messageHandlersFilter: gapi.iframes.CROSS_ORIGIN_IFRAMES_FILTER, messageHandlers: { 'blogger-ping': function() {} } }); } }); </script>
<

Jacques Derrida ile söyleşi: Gelecekteki adalet için

Salı, Haziran 05, 2007, Yazar: Meme-Dini


Yazan: Birgün Gazetesi 19. Nisan 2004 16:55:47:


Jacques Derrida ile söyleşi: Gelecekteki adalet için





-Cömertliğiniz için teşekkür ederken sorayım, "BRussells Mahkemesi'' inisiyatifimiz için bu görüşmeyi kabul etmeye neden karar verdiniz?




Öncelikle inisiyatifinizin ilkesini selamlamak istedim: Bir Russell Mahkemesi geleneğini canlandırmak bugün simgesel olarak önemli ve gerekli bir şey. İlkesel olarak, bütün dünya vatandaşlarının jeopolitik algılamasını beslemek için olsa bile, bütün dünya için iyi. Son birkaç senedir uluslararası kurumların kuruluşuna ve çalışmasına ilişkin artan ilgi ışığında, bu gereklilik konusunda daha da ikna olmuş durumdayım. Bunlar, devletlerin egemenliğinin ötesinde devlet başkanlarını, generalleri yargılayan uluslararası hukuk kurumlarıdır. Her halükarda, devletlerin başlarının bu şekilde, bildiğiniz bütün zorluklara, yani Amerikan, Fransız, İsrail çekincelerine rağmen, uluslararası hukukun tanıdığı bir statüye sahip Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin önüne çıkması gerekir.




Sizin projeniz, eğer doğru anlıyorsam, aynı ruhtan esinlenmiş olsa bile aynı türden değildir. Herhangi bir devlet tarafından tanınan hukuki bir statüsü yoktur ve bunun sonucunda özel bir inisiyatif olarak kalmaktadır. Farklı ülkelerin vatandaşları olabildiğince dürüst bir biçimde, bir politikayı, siyasal bir projeyi ve onun uygulanmasını soruşturmak için anlaşmışlardır. Buradaki amaç yaptırımlarla sonuçlanan bir hükme ulaşmak değil, başta yargılamayı önerdiğiniz sorumlu taraflar olmak üzere, dünya vatandaşlarının uyanıklığını artırmak ya da keskinleştirmektir. Bu, benim inandığım simgesel bir ağırlığa, örnek bir simgesel ağırlığa sahip olabilir.




Projenizin mantığında, başka politikalar, başka siyasal ve askeri elemanlar, başka ülkeler, başka devlet adamları da aynı şekilde yargılanmak ya da bu örnekle ilişkilendirilmek üzere ortaya getirilebilir. Kişisel olarak, Bush yönetimi ve projesi, Irak'a saldırısı ve Fransa da dahil olmak üzere Avrupa ülkelerinden gelen resmi protestolara rağmen, Birleşmiş Milletler'in ve Güvenlik Konseyi'nin kararları ihlal edilerek bunun tek yanlı bir biçimde oluşması hakkında eleştirel bir yaklaşıma sahibim. Ne var ki, kamusal olarak da ifade ettiğim bu eleştirilere rağmen, genel olarak Amerika Birleşik Devletleri'nin bu tür bir mahkeme önüne çıkmasını istemem. Amerika'nın içindeki Irak'a ilişkin politikaya Avrupa'da olduğu kadar güçlü bir şekilde karşı çıkan güçleri ayırt etmek isterim. Bu politika genel olarak Amerikan halkını, hatta Amerikan devletini bile, ilzam etmez. Söz konusu olan, Amerikan politikası içerisindeki, başkanlık seçimleri sürecinde sorgulanmak üzere olan bir evredir. Belki de, Amerika'nın kendisinde en azından kısmi bir değişim yaşanacak; dolayısıyla, bu ithamın hedefi konusunda sizi ihtiyatlı olmaya davet ederim.




Dikkatimizi genel olarak hükümete değil de, özellikle bütün bu aşırı tek yanlılık, hegemonya, dünyanın askerileştirilmesi vb. fikirlerine kaynaklık etmiş olan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'ne yöneltmemizin nedeni de zaten bu...




Hegemonik amacını ilan eden ve bunu gerçekleştirmek için her şeyi harekete geçirmeyi öneren açık seçik bir siyasal projenin olduğu yerde, kişi gerçekten de uluslararası hukuk ve var olan kurumlar adına suçlamalara ve protestolara başvurabilir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler kadar Güvenlik Konseyi'ni de düşünüyorum. Bunlar ve özellikle de Güvenlik Konseyi, yapılarının, bildirgelerinin, usullerinin gözden geçirilip düzeltilmesi gereken saygı değer kurumlardır. Karşımıza çıkan kriz de bunu doğruluyor: Bu uluslararası kurumların gerçekten de reforme edilmeleri gerekir. Burada doğal olarak, her ne kadar bunun kısa dönemde ortaya çıkabileceğinden emin olmasam da, BM Anayasasını bile -yani ulus devletlerin egemenliklerine saygıyı ve egemenliklerin bölünmezliğini- sorgulayacak radikal bir dönüşümü önereceğim. Yine Anayasa'nın bir parçası olan, genel olarak insan haklarına saygı ile ulus devletin egemenliğine saygı arasında bir çelişki vardır. Devletler gerçekten de Birleşmiş Milletler içinde ve geçmiş savaşın galiplerini bir araya toplayan Güvenlik Konseyi içinde a fortiori olarak temsil edilirler. Bütün bunların derin bir dönüşüme tabi tutulması gerekir. Birleşmiş Milletler'in ruhuna inandığım için bunun bir yıkım değil, bir dönüşüm olmasında ısrar ediyorum.





İzninizle bir şeyi belirteyim: Biz "Irak Dünya Mahkemesi'' adı verilen bütün bir ağın parçasıyız. Hiroshima, Tokyo, Mexico City, New York, Londra ve İstanbul'da toplantılarımız olacak...




Uluslararası Ceza Mahkemesi ve ahlaki mahkeme arasındaki ilişkinin çok güçlü olduğu Londra'da, Irak Mahkemesi'nde görevli olanlar, uzmanlarla birlikte, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni tanımış olan Blair'in uluslarası hukuku ihlal edip etmediğini araştırmak için bir dosya oluşturdular. Bütün kanıtlara göre, uzmanlar arasında bu savaşın bir ihlal, ilgili ülkelerin topraklarına acil bir tehdit olmaması nedeniyle terimin BM Anayasası'nda kullanılan teknik anlamıyla "saldırgan bir savaş'' olduğu konusunda kayda değer bir uzlaşım var. Bu soruşturmanın bir sonucu, Hague'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne bir dosya sunulmuş olmasıdır. Aynı şekilde, Danimarka koalisyonun bir parçası olduğu için, Kopenhag'da da. Dolayısıyla, ahlaki inisiyatifimizin bazı bileşenlerinin gerçek anlamda bir yargısal prosedüre dönüşmesi mümkün görünüyor.




Bu elbette arzulanabilir bir şey! Ancak gerçekleşme olasılığı düşük görünüyor, çünkü inisiyatifinizin kurumsal ve genel olarak yargısal hale gelmesine karşı çıkacak çok fazla devlet olacaktır, sadece Amerika değil. Ancak bu durumda da projenizin kaderinin etkisizleşme olduğu anlamına gelmez. Aksine.Kamusal alandaki kayda değer simgesel etkisine inanıyorum. Söylenmesi, yayımlanması, gerçek yaptırımlar bir yana yargısal anlamda bir kararla sonuçlanmasa bile, vatandaşların siyasal bilinçleri üzerinde önemli bir simgesel etkiye sahip olabilir. Suçladıklarınıza adil biçimde davranacağınızı, sizinkinin gerçekten dürüst bir girişim olacağını, önyargısal konumlandırmadan ve önkoşullardan uzak olacağını, her şeyin serinkanlılık ve adalet içinde yapılacağını, sorumlu tarafların dikkatle belirleneceğini, aşırıya gitmeyeceğinizi ve gelecekte benzer prosedürleri dışlamayacağınızı umuyorum. Bu prosedürün, Avrupalı olsunlar ya da olmasınlar başka ülkelere, başka politikalara karşı bunun kadar gerekli olan başka prosedürlere girişmemek için bir mazeret oluşturmasını istemem.




Biz bir sistemi, sistemsel bir mantığı hedef almak istiyoruz. Suçlananların isimlerini (Cheney, Wolfowitz, Rumsfeld), insanlara hayaletlerden söz etmediğimizi göstermek için veriyoruz, ancak hedef aldığımız bir söylemler dizisi, yani bir şeyi başarma planları, eyleme dönüştürülecek niyetler dizisi olarak, PNAC var. Zorluklarımızdan biri de iletişime dayanıyor: İnsanlara PNAC'ın varlığını ve bu bilgiyi yaymanın önemini iletmek kendi başına bir iş.


Elbette. Ve bu nedenle, bu sistemin, bu ilkelerin, bu kavramların saygı duyulması ve belki de değiştirilmesi gereken uluslararası yasaları ihlal ettikleri yerlerde sorunları kısmen kişiselleştirmek, kısmen de sistem, ilkeler, kavram düzeyinde geliştirmek önemli. İşte bu noktada egemenlikten, egemenlik krizinden, egemenliğin zorunlu bölünmesi ya da sınırlandırılmasından söz etmekten kaçamazsınız. Kişisel olarak, ben bu konuda bir duruş almam gerektiğinde, son derece dikkatli davranıyorum. Felsefi, tarihsel bir analiz yoluyla, egemenliğin siyasal teolojisini yapıbozuma uğratmak gerektiğine inanıyorum.




"Serseri devletler''i tanımlayan Yeni Emperyal Düzen bir istisna devleti değil mi? Voyous'da, demokrasinin öz-bağışıklığı kavramındanbahsediyorsunuz: Demokrasi, bazı kritik anlarda, demokrasiyi savunmak için kendisini askıya almak gerektiğine inanıyor. Şu an Amerika'da olan bu, hem iç hem de dış politikasında. PNAC'ın ve dolayısıyla da Bush hükümetinin ideolojisi tam olarak da bu.




İstisna, Carl Schmitt tarafından belirtildiği üzere egemenliğin aktarımı, onun ölçütüdür. İstisnaya karar veren egemendir. Burada istisna ve egemenlik el ele gider. Nasıl demokrasi bazen kendisini tehdit ediyor ya da askıya alıyorsa, egemenlik de kendisine yasayı askıya alma hakkını verir. Egemenin tanımı budur: Yasayı yapar, yasanın üzerindedir, yasayı askıya alabilir. Bir yandan, BM ve Güvenlik Konseyi'ne ilişkin kendi verdiği sözleri ihlal ederken, öte yandan da, ülkenin içerisinde, belli bir dereceye kadar Amerikan demokrasisini tehdit ederken, yani istisnai polisiye ve yargısal tedbirler alırken, Amerika'nın yapmış olduğu budur.




Bunu söyledikten sonra, adil olmak için, Amerika Birleşik Devletleri'nin gene de bir demokrasi olduğunu hatırlatmamız gerekir. Ve çok az farkla seçilmiş olan Bush'un gelecek seçimlerde kaybetme riski var: Sadece dört yıl için egemen. Amerika, birçok başka ülkede hoşgörülmeyecek siyasal özgürlük gösterileri konusunda zengin, çok hukuksal bir ülke. Bunu söylerken, sadece gayrı-demokratik olarak tanınan ülkeleri değil, kendi Batı Avrupa demokrasilerimizi de düşünüyorum. Amerika'da, Beyaz Saray'ın önünde, hemen Bush'un ofisinin orada, Irak'taki yaklaşan savaşa karşı kitle gösterilerini gördüğümde, kendime benzeri bir hareketin Fransa'da hoşgörülmeyeceğini söyledim. Amerika, önümüzdeki birkaç yıl içinde, hem Çin hem de Rusya'nın ağırlığının hissedileceğinin son derece farkında. Irak olayını belirleyen petrol hikayeleri özellikle Çin''e ilgili uzun dönemli tahlillerle ilişkili: Çin''n petrol arzı, Ortadoğu'daki petrolün kontrolü... Bütün bunlar hegemonyanın açık ve küstah olduğu kadar tehdit altında da olduğunu gösteriyor.




Peki ya İsrail?




Birçok kişi Amerikan-İsrail ittifakının ya da Amerika'nın İsrail'e verdiği desteğin Irak'a olan müdahaleyle ilişkisiz olmadığını söyledi. Ancak bu noktada da sorunlar son derece karmaşık, çünkü şu anki İsrail hükümeti -ve burada Amerika için gösterdiğimiz dikkatin aynısını göstermemiz gerekir: Sharon'a karşı savaşan İsrailliler de vardır- kendisini resmen ve kamusal olarak Irak'a karşı saldırı konusunda kutlamış olsa bile, bunun İsrail'in sömürgeleştirme ve bastırma konusundaki saldırgan inisiyatiflerine vermiş olabileceği özgürlük son derece ikirciklidir. Burada da öz-bağışıklıktan bahsedebiliriz: bu son derece çelişkilidir, çünkü aynı zamanda Filistin terörünü güçlendirmiş, Avrupa çapında anti-semitist tutumları artırmış ya da yeniden uyandırmıştır.




Bu son derece karmaşık bir durum, çünkü Amerikalıların İsrail'i destekledikleri bir gerçek. Aynen, farklı siyasal eğilimlerdeki Avrupa ülkelerinin çoğunun olduğu gibi. Sharon'un politikasının, yani bütün İsrail hükümetlerinin en saldırgan politikasının en iyi Amerikalı müttefikleri, sadece Amerikan Yahudi Cemaati değil aynı zamanda da Hıristiyan fundamentalistlerdir.




Söyledikleriniz çok berrak ve susamış olanlar için adalete, gerçek bir iksir niteliğinde. Size çok teşekkür ederim.




Çeviri: Aslıgül Berktay
(Birgün Gazetesi)





Beden ve onun anlamlanışı üzerine

, Yazar: Meme-Dini


Bu sunumu hazırlarken kafamı kurcalayan temel konulardan biri-ki çalışma aslında oldukça geniş bir tabana yayılacak- burada anlatacağım şeyin ne olacağına dairdi. Beden ve onun anlamlanışına dair çalışmamdaki alt başlıklardan birini sunmayı düşündüysem de, nihai kararımı, konuya bir giriş yapmak ve kongre başlığına paralel olarak konumu incelerken taşıdığım ve taşıyacağım kaygıları anlatmak yönünde verdim. Burada size anlatacağım şey, bedenin kökenini de hesaba katarak kurgulanmış bir masal olacak.

Eskiden beri söylenegelen şey, zihnin karşıtlıklar üzerine düşündüğüdür. Karşıtlıklar, birbirlerine nispetle tanımlanır ve bu tanımlama daima içlerinden biri lehine olur. İki karşt kavramdan biri daima gölge kavramdır. Asıl olan, diğerinin, kendisine nispetle tanımlandığı kavramın gölgesidir. Beden dendiğinde, aklımıza gelen en temel karşıtlıklardan biri, ruh-zihin, beden karşıtlığıdır. Günümüz yaklaşımı genel olarak, zihnin bedenden ayrı dşünülemeyeceğini söylese de tarihin her döneminde bu böyle değildi. Felsefe tarihinde de bu karşıtlık daima asıl sorunlardan biri olagelmiştir.
kimi zaman beden ruhun taşıyıcısı olarak görülmüş, kimi zaman da ruh bedenin taşıyıcısı olmuştur.
Beden bir yanıyla doğanın bir uzantısı, diğer yanıyla da ruhla doğa arasındaki aşılmaz sınırdır. Beden topraktan gelir. Neredeyse tüm yaratılış söylencelerinde çamurla yoğurulmuştur. Ruhsa etimolojik incelemelerin gösterdiği gibi, hava-nefestir. Bedene canlılığını veren şey, toprağı dirilten şey bir anlamda tanrının içine üflediği nefes, ya da daha doğrudan bakışla soluk alıp verirken ciğerlerimize dolan havadır. Ruh uranos'un hayaletidir bir bakıma. Bedense Gaia'dan bir parça. Bu ayrım karşıtlığımıza ikincil bir anlam katıyor. Ruh karşıtlığımızın eril tarafı, bedense dişi tarafıdır. Bu yüzden de ruh bedenin içine hapsolmuştur. Bir yandan da bedeni yönetmektedir. Şimdilik bu kısma fazla değinmeyeceğim, çünkü kadın-erkek karşıtlığı da ayrıca inceleyeceğim karşıtlıklardan olacak.

Şimdi izninizle kısa bir içe bakış seansı gerçekleştirmek istiyorum. Bedenden ayrı bir özne, bir akıl, bir ben üzerine kazı yapacağım. Bedenimizle aramızda daima bir mesafe olduğu açık. Ben adeta karargahına kurulu , bedenin içsel süreçlerinden bihaber, ancak kendine verilen raporlar doğrultusunda onu yöneten bir komutan. İçsel süreçlerden bihaber olmak, bence burası önemli. Bedende bilincimiz dışında süregelen faaliyetler, sindirim, dolaşım, hormonal değişimler. Bunlar bizi bedenimize yabancılaştıran, aramıza mesafeyi koyan temel faktörlerden biri. Bir diğeriyse dil sanırım. Acıktım dediğimde olan nedir? Beden, alışkanlıkları ve ihtiyaçları doğrultusunda birtakım uyarılarda bulunur. Mide asit salgılar, kan şekerinin düşmesine bağlı olarak takatsizlik meydana gelir vs. ve tüm bu süreçler bilinç düzeyimizde, ben acıktım ifadesiyle anlam bulur. Bedenimde bunca şey döndü ve ben acıktım, içsel süreçlerimizden bihaber olduğumuz gibi, aynı zamanda onun bize verdiği hisleri de dil sayesinde bir özneye tanımlamaktayız. Peki beden olmaksızın bir özne mümkün müdür? Bedenden ayrı bir "ben" düşünülebilir mi? Burada öznenin dilin bir dayatması olduğunu savını bir kenara bırakıyor, onu varsayıyor ve bedenden ayrı düşünülüp düşünülemeyeceğini sorguluyorum. Bu noktada İbn-i Sina'nın bizi davet ettiği bir düşünce deneyinin biraz genişletilmiş halini anmak istiyorum.

Yüksekçe bir yerden düşmekte olduğumuzu varsayalım, düşüşümüz esnasında, adeta sürtündüğümüz havanın etkisiyle ağır ağır duyularımızdan sıyrıldığımızı düşleyelim. Önce görme duyumuzu yitiriyoruz. Artık düştüğümüzü görmemekte, ama hala hissetmekte, bilmekteyiz. Ardından kulaklarımız, tad alma ve koklama duyumuz, dokunma duyumuz, ve uzam algımız kaybolsun. Artık düştüğümüzü hissetmiyoruz lakin belleğimizin yardımıyla bunu biliyoruz. Belleğimizi de kaldırırsak, bu da kaybolacak, hatta dille birlikte "ben" de yitip gidecek. Öznenin sabitliğini ve tutarlılığını sağlayan bellektir. Dil-dışı deneyimleri tanımlayamasak da, hala hiçbir eyleme konu olmayan, kendini kararlı olarak zamana yayamayan, çünkü bellekle birlikte zaman algısı da kayboldu, bir çekirdek özne olduğunu varsayalım- her ne kadar özne tanımıyla çelişik olsa da... Beden yitip gittiğinde kalan bir şey varsa, o her ne ise artık, bu ruh ve bedenin, birbirinden farklı tözler olarak karşıtlıklarını meşru kılacaktır. Lakin şimdilik beni ilgilendiren, bu karşıtlığın meşruiyetinden çok varlığı ve bunun düşün tarihine etkisi. Bedene dair algımızı nasıl etkilediği.

Beden ruhun hapisanesidir, ruh ölümsüz, bedense ölümlüdür. Hatta bir adım öteye gidelim, beden, oluşa gelişi, zamana tabi oluşu ve değişime açıklığıyla ölümün sebebidir. Ruhsa değişime tabi olmayandır ve bu yüzden ölümsüzdür. Adeta benin, bedenin ölümlülüğüne karşı ortaya koyduğu bir kalkandır. Ruh tüm erdemlerin kaynağıdır, o tanrısaldır, bedense kötülüklerin merkezidir. Ruh, evreni bilmek için bedene ihtiyaç duymaktadır.

Aziz Paulus kıvrak bir hamleyle ilk günahı tenle ilişkilendirmeden çok evvel Hellasta filizlenmeye başlamıştı bedenin acizliği ve kötülüğüne dair fikirler. Ruhun bedenden koparılışı, onun içine hapsoluşuyla birlikte bedenin hazları da kötülenir olmuştu. Beden aşılması gerekendi, hazzın bedeli acıydı, eril olan sadece kendi hazlarını meşru görüyordu. İlk günah, genel olarak tene yüklemekle birlikte, diğer taraftan da kadına ve kadın bedenine yüklenmiştir.

Toprağın dişiyle ilişkisi hemen tüm mitlerde ortaktır, bu üretkenlikle, yani doğumla bağlantılıdır. Bu yüzden ölüleri toprağa gömmek, rahme geri göndermek ya da ekmek cansız bedeni yeniden canlandırmak için en sık başvurulan yollardan biridir. Ölü beden bu rahimden yeniden doğacak ya da ekildiği toprakta yeniden filizlenecektir. Burada bir not olarak, kadının kendinden ya da doğaya bağlı yaratıcılığının-yani doğumun- erkeğin henüz bundaki rolünü bilmediği dönemlerde, kadına ve onun bedenine kattığı tanrısallığı da eklemek istiyorum. Apollon için inşa edilen delphoi tapınağında, yeraltına inen bir mağara vardır. Bu mağara Gaia'nın vajinasıdır. Bilgelik, ya da bilicilik güçleri aslında Gaia'dan gelmektedir.

Tarımın gelişmesiyle birlikte, toprağın kendiliğinden yaratım gücü gemlenmiş ve ehlileştirilmiş, insana tabi kılınmıştır, bunun kadına bakışta önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Dişil imge olan toprağın verimliliğinin kontrol altına alınması, kadının da kontrol altına alınmasını sağlamıştır, diğer taraftan şehirlerin oluşumuyla, doğadan ve onun tehditlerinden kopuş, yalıtılma da ruh ve beden karşıtlığını güçlendirmiştir. Akıl doğaya galebe çalmıştır.

İsa babasız doğmuştur, o mucize doğumdur. Bir erkeğe ihtiyaç duymadan bir rahimde varolmuştur. Tanrının bedenlenmesidir. Kutsal ruh kendi isteğiyle bedene bürünmüş ve insanlığın acılarını sırtlamıştır. İsa bedenlenmiş, bedene girmiş değil, bedenlenmiş ruh olarak, bir ruh-beden olarak tarihin gördüğü en büyük bilgedir. Yeniden göğe yükseldikten sonraysa ardında etini ve kanını bırakmıştır.



Beden tüketmek, yani yamyamlık, bedenin sahip olduğu güçleri içselleştirmek için uygulanan bir ritüeldir. Burada ruhun bedenin içinde hatta uzuvlarda olduğu fikrini görüyoruz, bir adım ötesi, sahip oldukları güçleri ele geçirmek için hayvanların çeşitli uzuvlarını yemek fikri de aynı motifi taşımaktadır.

.

.



Doğum, bir ölümdür aslında, cennetten düşmedir, rahimdeki yaşantının son bulması, ademle havvanın cennetten kovuluşuna benzer. Tamamen korunduğu emin beldede her türlü nimetin kendisine sunulduğu insan yavrusu, asla unutmayacağı cennetinden kovularak dünyaya düşer.

Bedenin anlamlanışına dair bir başka sorunsal da, ona bakışımızın belirlendiği kaynaklardır. Bedenin idealize edilmesi, görünümün standartlar kazanması, onu görme biçimlerimizin belirlenmesi. Buna bağlı olarak sadece güzel olanı görme biçimimiz değil, kusurlu olana dair normlarımız da belirlenmiş olur.

Nietzsche ve sonrasında foucault'da beden kendini bir savaş alanı olarak bulur. N'de diğer bedenlere ve iktidara karşı kendi için savaşırken F'da bu savaş iktidarın beden üzerine verdiği savaşa döner.

Günümüz dünyasında beden artık bir meta, fetiş haline gelmiştir.

Artık her beden, taşıdığı eklentilerle bir cyborgdur aslında. Dona Haraway bu cyborg kavramını kullanarak kadın-erkek kavram çiftinin karşıtlığını yapısöküme uğratmayı dener.

tanrılara görünmek için yapılan dövmeler, onlara benzemek için takılan mask ve sürülen boyalar artık sadece bedenin fetişleştirilmesi amacına hizmet eder hale gelmiştir.

Ölüler en büyük bilgelerdir. Belki yaşamın diğer boyutuna geçtiklerinden, belki salt ruha döndüklerinden belki de diğer ölülerle bir araya gelip kabilenin kökenleriyle içi içe olmalarından. Ya da tanrılarla birlikte olduklarından. Ama yadsınamayacak bir şey de şudur, onlar cennete, yani toprağın rahmine, bilginin ve bilgeliğin kaynağına geri dönmüşlerdir.

Creative Commons License


Anlam Mühendisliği

Pazartesi, Haziran 04, 2007, Yazar: Meme-Dini


Projemi en iyi ifade eden deyim budur! Yaptığım şey "anlam mühendisliği" olarak tanımlanabilir. Dilin, mitin, göstergelerin, referans dizgelerinin, sembol ve imgelerin arasında yorum amaçlı dolaşırken aslında yapacağım şey, anlam dayatmaya yönelik matematiksel bir kurgu olacaktır. Kavramsallaştırıyor olmanın, imgeyle arama koyacağı mesafe ya da yaklaşımıma katacağı dolayım vesilesiyle aslında tüm yorum ve anlamlandırmalarım, incelediğim şeyi her ne değilse o olarak sunacaktır size. Dilin kendi kendini referans gösterişinin yarattığı en temel ilke olan sonsuz olumlama ilkesine aykırı olarak benim yorumlarım, anlam uzayında soyutlanmış bir alt küme yaratacak ve şeyi hapsedecektir. Belki de anlamı tanımlamak için izleyeceğim yolda karşıma çıkacak en büyük sorun, tanımın bu amacıyla çelişik yapısı olacak.
Creative Commons License


Filosofya Mabedi

, Yazar: Meme-Dini


"Metin tek gerçektir!" Yaşam içersinde konumlanışımız başlıbaşına bir anlamlandırma dizgesi ya da daha anlamlı bir deyişle "anlamlandırma serüveni"nden ibarettir. Gözlerimin bana sunulan bir objeye ilk teması, aslında anlamlandırma çabasının içine gizlendiği basit bir "nedir?" sorusuna cevap girişimidir. Bu durumda anlamı yaratanın ne olduğu, ya da anlamın ne olduğu yşam karşısında felsefi tavır takınan bir ölümlünün sorması gereken en temel ve çetin sorulardan olmalıdır. Sonsuza ertelenmiş bir referans dizgesinin kendi içine doğru yaptığı döngüsel burgu esnasında yarattığı girdapça yutulandır anlam. Şey her ne ise o olmayan şeydir. Hiçbir zaman da tek türlü belirlenmemiştir. Daima yorumun içine gizler kendini. Ben de günlüğümde, benden önceki ustalarımın yoluma tuttuğu ışıktan destek alarak, kendi yorumlarımın gölgesinde gizlenen anlamı arayacağım. Yaşamın bana sunduğu şeyleri yorumlamaya çalışacağım. Kimi zaman benim olacak bu yorumlar, kimi zamansa sevdiğim yorumları aktaracağım.

Creative Commons License

Jan Svankmajer - tma svetlo tma

Salı, Ekim 24, 2006, Yazar: Meme-Dini

jan svankmajer darkness light darkness 1989

Eyes and hands / Echo and Narcissus

Pazartesi, Temmuz 17, 2006, Yazar: Meme-Dini

Derrida belgeselinden iki bölüm.

Let me think... To go back to what were saying earlier about seeing and touching, about seeing and speaking, and seeng and touching...
Instead of getting enmeshed in a profound meditation on sight wich I've written about and discussed at length elsewhere.
What interests me about the eyes is that they are the part of the body that doesn't age.
In other words, if one looks for one's childhood across all the signs of aging in the body the deterioration of musculature.
the whitening of the hair, changes in height and weight, one can find one's childhood in the look of the eyes.
And what's striking about this is that a man of my age keep the exact same eyes that he had a child.
Hegel says that the eyes are the outer manifestation of the soul.
Through the eyes, the inner soul presents itself to the outside.
But I translate this though as follows:
That one's act of looking has no age.
One's eyes are the same all of one's life.
And I'll say something related to this about the subject of hands.
In a book I just published, I spoke a lot about hands.
I'm very interested in the hands of philosophers.
I've written a text on the hands of Heidegger, which also references the hands of Kant, Husserl...
So the hands of philosophers interest me a lot, and what they say about hands, and the privilege that's given to this part of the body.
Keeping in mind that there's a history of the hand, the evolution of man, what we call the hominization of the animal,
occurs via the transformation of the hand.
I think that it's not the body of the hand that stays the same, the hand changes from childhood to old age.
It is the eyes and hands that are the sites of recognition, the signs through which one identifies the other.
***To return to the question of narcissism, they are, paradoxically, the parts that we see the last easily.
We can look in a mirror and see ourselves and have a reasonably accurate sense of what we look like.
But it's very difficult to have an image of our own act of looking or to have a true image of our own hands as they are moving.
It's the other who knows what our hands and eyes are like.
These-how do you say- these gestures of the hands, are seen better by the Other than myself.




++++++ I'll try now to answer your question about the story of Echo and Narcissus.
If one focuses on the treatment of the image and not on the love story in the myth of Echo and Narcissus one sees the myth as about the relationship between specular image and voice
between sigh and voice between light and speech, between the reflection and the mirror.
Speech is what's taking place here right now.
There's a mirror.
I'm speaking.
There's a camera.
You pose a question, I repeat it.
So I'm acting as both Narcissus and Echo at one and the same time.
And what's extraordinary in this scene, which I've examined in my seminars, is the moment when Echo traps Narcissus in a certain way.
Echo, cursed by the jealous gods, was never allowed to speak for herself, and was only allowed to repeat the ends of other's phrases.
But Echo, in her loving and infinite cleverness, arranges it so that in repeating the last syllables of the words of Narcissus,
she speaks in such a way that the words become her own.
In a certain way, she appropriates his language.
In repeating the language of another, she signs her own love.
In repeating she responds to him.
In repeating, she communicates with him.
She speaks her own name by just repeating his words.
And as always with speech, one is blind.
To speak is to not see.
So all speech is to some extend blind.
And at base, Echo blindly but quite lucidly corresponds to Narcissus.
It's a story of love, after all.
She corresponds to Narcissus who is also blind, because Narcissus realizes that he can only see himself,
that it's only his own image he is seeing in the water.
To see only oneself is a form of blindness.
One sees nothing else.
And it's because of this that Narcissus cries.
He cries, and in a way, he dies from not being able to see anyone else.
Echo and Narcissus then are two blind people who love each other.
Now how do two blind people love each other?
That's the question.


Jacques Derrida

Pazar, Aralık 25, 2005, Yazar: Meme-Dini


Mabedimi, aslında onun ilk inşacılarından olan Derrida'ya ithaf ediyorum. Burada onun keskin bakışlarından da alacağım cesaretle, felsefe okumalarımdan süzülenleri, günlük düşünülerimden geceye kalanları paylaşacağım. İbadetim "metin" üzerine olacak.








yazar


Bu kısma, uzun olmamak kaydı ile, kendiniz ile ilgili birşeyler yazabilirsiniz.

İsterseniz Blogger profilinize bir bağlantıya da yer verebilirsiniz.

arama

son gönderiler